Haftanın Kitapları: 25.05.2011

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

Tom Robbins

B, Bira

çev. Aysun Babacan

Ayrıntı Yayınları, 2011, 102 s.

Özellikle Parfümün Dansı romanıyla (çev. Belkıs Çorakçı Dişbudak, Ayrıntı Yayınları, 1995) tanınan Tom Robbins’in hemen hemen bütün eserleri Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçede yayımlanmış durumda. Dolayısıyla hakkında az çok bilgi sahibi olduğumuz bir yazar Amerikalı Tom Robbins. Yine de –yeni çıkan B, Bira romanının içeriğine de uygun düşeceği için– kitabın yazar bilgisi bölümünden şu satırları aktaralım: “Robbins, ‘oyunculluk, uçarılık değil bilgeliktir’ görüşünü ön plana çıkarıp çılgınlık derecesinde oyuncul romanlar yazmaktadır. Romanları, hayatın daha ciddi yanlarını inkâr etmez, ‘her şeye rağmen mutluluk’ ilkesinin savunuculuğunu yapar. Bu ilkenin içerdiği mesajı, romanlarındaki karakterlerin felsefeleri ve aynı zamanda da incelikli yazı biçimiyle iletir. Edepsiz kelime oyunları, alakasız sonuçlar, zıtlık içeren ifadeler, ara sözler Robbins’in anlatımının belli başlı özellikleridir. (...) Çoğunlukla okura doğrudan hitap eder, eserin akışıyla ilgili yorumlarda bulunur ve romanlarında bir karakter olarak varlık gösterir. Ancak çoğunlukla kara komedi türünde yazan ve modern dünya hakkında kasvetli öngörülerde bulunan yakın tarihteki öncellerinin aksine, eserlerinde iyimser bir tona ve genellikle uçarı bir mizaha yer verir.” 

Öncelikle bu kısa romanın bir çocuk kitabı mı, yoksa yetişkinlere yönelik mi olduğu konusunda bir çıkmaz var karşımızda. Hikâyeyi altı yaşına henüz yeni girmiş Gracie’nin anlatımıyla okuyoruz ve roman boyunca da Gracie hep çocuklara hitap ediyormuş gibi görünüyor. Aynı zamanda romanda bir perinin yer alması, uçarak yolculuk etmeler gibi unsurlar da masalsı anlatımı pekiştiriyor; ama diğer taraftan da romanın birayla ilgili olması, hatta söz konusu perinin bir bira perisi olması işleri karıştırıyor. Bu noktada kitabın arka kapağındaki ifadeden yardım alabiliriz; bu roman, “çocuklar için yetişkin kitabı, yetişkinler için çocuk kitabı” olarak nitelendirilmiş. Altı yaşındaki Gracie’nin babasının içtiği sarı renkli sıvıyı merak etmesiyle birlikte biranın kimyasal yapısına, bira yapımında kullanılan teknolojiye dek inen bir hikâye okuyoruz Tom Robbins’in Türkçede yeni yayımlanan romanında.

Andrea Camilleri, Carlo Lucarelli

Kırmızı Balık Cinayeti

çev. Güliz Akyüz Yıldırım

Sel Yayıncılık, 2011, 95 s.

Kırmızı Balık Cinayeti, İtalya’nın ünlü iki polisiye yazarının ortaklaşa kaleme aldıkları bir kısa roman; bir proje ürünü. Camilleri ile Lucarelli, 2005 yılında bir belgesel film çekimi için bir araya gelmişler ve söz konusu belgesel filmin yapımcısı, çekimler sırasında teknik sebeplerden dolayı verilen bir arada –dayanamayarak– onlara şu soruyu sormuş: “Karakterleriniz Salvo Montalbano ve Grazia Negro, önlerinde duran bir kadavra karşısında birlikte nasıl davranırlardı? Bir soruşturmada nasıl sorguya çekerlerdi? Bana bunları anlatabilir misiniz?” İşte bu sorular, aynı zamanda Kırmızı Balık Cinayeti romanının da çıkış noktası... Açıkçası böylesi bir projede iki yazarı bir araya getirmek pek kolay değil; özellikle de polisiye yazarlarının eserlerini tam bir kontrolle, ince hesaplarla yazdıkları göz önünde bulundurulursa. Yazarların arasındaki yaş farkına ve ünlü karakterleri (ki Camilleri’nin, bazı romanlarının Türkçede yayımlanması sebebiyle, karakteri Montalbano’yu çok daha yakından biliyoruz; Lucarelli ismi ve onun Grazia Negro tiplemesiyle ise ilk defa bu romanda karşılaşıyoruz) farklı özelliklere sahip olmasına rağmen aralarındaki uyum, bu romanın ortaya çıkması için yeterli olmuş.

Özellikle son zamanlarda, olay yeri inceleme dizilerinde rastladığımız gibi farklı kentlerde çalışan ekiplerin özel bölümlerde bir araya gelip olayları çözmeye çalışmasına benzer şekilde, İtalya’nın bu ünlü iki detektif tiplemesi de karanlık bir olayı çözmek üzere birlikte hareket ediyorlar. Bir doğaçlama ürünü olması nedeniyle de nereye varacağı kolay kestirilemeyen bir yapıya sahip olan Kırmızı Balık Cinayeti’ndeki hikâyeye, adli tıp raporları, gazete haberleri, sorgu tutanakları gibi belgelerin de eklenmesiyle bir hayli hareketlilik kazandırılmış.

Halldor Laxness

Salka Valka

çev. Mehtap Gün Ayral

Yordam Kitap, 2011, 414 s.

İskandinav edebiyatı şeklinde geniş bir açıyla yaklaşıldığında örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak yalnızca İzlanda’da odaklandığımızda bu edebiyatla ilgili değerlendirme yapabilecek kadar eserin Türkçeye çevrildiğini söylemek zor. Burada dil, yani çeviri probleminin önemli bir sorun olduğu ileri sürülebilir, ama diğer taraftan da artık bir hafta önce çıkmış bir kitabın bile “yeni çıkan kitaplar” rafından kaldırabilcek derecede çok sayıda kitabın yayımlandığını ve elbette bununla bağlantılı olarak hemen hemen her geçen gün yeni bir yayınevinin kurulduğunu göz önünde bulundurursak, sanırım bazı yayınevlerinin benzeri şekilde eksiklik hissedilen taraflara yönelmesini beklemek hakkımız diye düşünüyorum. Dolayısıyla Yordam Kitap’ın Salka Valka romanını yayımlamış olması bu anlamda dikkate değer.

Halldor Laxness, 1955 yılında “İzlanda edebiyatında yeni bir sayfa açan canlı, destansı edebi yaratıcılığından” ötürü Nobel Ödülü kazanmış bir yazar, Salka Valka romanı da kendisinin başyapıtı kabul ediliyor. Eserlerinde İzlanda tarihinin ve efsanelerinin önemli bir rol oynadığı söyleniyor; Salka Valka romanı da kaçınılmaz olarak İzlanda’ya özgü motifler barındıran ama aynı zamanda evrensel bir anlatıya da sahip. Merkezinde Salka adlı bir genç kızın yer aldığı romanda, daha iyi bir hayat özlemiyle İzlanda’nın güneyine yapılan bir yolculuğu ve bu yolculuk sırasında küçük bir köyde verilen molanın orada ikamet etmeye dönüşmesi anlatılıyor. Daha doğrusu, Salka ve annesinin bu küçük İzlanda köyündeki yoksullukla, zorlu şartlar altındaki çalışma hayatıyla mücadelesini okuyoruz.

Rawi Hage

Hamamböceği

çev. Püren Özgören

Everest Yayınları, 2011, 269 s.

Rawi Hage ödüllü bir yazar, daha önce yine Everest’ten çıkan De Niro’nun Oyunu adlı romanı, kendisine Uluslararası Impac Dublin Edebiyat Ödülünü kazandırmıştı. Bir “tutunma” mücadelesinin anlatıldığı Hamamböceği romanı da, Dublin Ödülünde 2010 adaylığı almıştı. Daha iyi yaşam şartlarına kavuşma umuduyla yapılan bir yolculuk, daha doğrusu bir göç söz konusu romanda. Romanın isimsiz kahramanı Ortadoğu’dan (tam olarak nereden geldiği belirtilmemiş) Kanada’ya gelmiş ve kendini Montreal’in arka sokaklarında bulmuş bir göçmen. Kendisiyle başarısız bir intihar girişiminin ardından karşılaşıyoruz ve bundan dolayı, “kafa doktoru”yla olan konuşmalarına da tanıklık ediyoruz. Bu seanslarla birlikte isimsiz kahramanımızın geçmişi, onu intihara sürükleyen nedenler yavaş yavaş aydınlanırken; bir taraftan da ona borcu olan birini aramaya başlamasıyla da yakın çevresindeki, yine göçmenlerden oluşan topluluğun hayatları, geçmişleri gözler önüne seriliyor. Hava şartları, Kanada’nın soğukluğu, insanlar arasındaki ilişkileri etkileyen, göçmenleri dar bir çevreye mahkûm eden bir metafor olarak kullanılmış; yeraltına yakın, hatta içinde yer alan hayatları okuyoruz. Romanın isminin Hamamböceği olması, ki kahramanın kendisini yarı insan yarı hamamböceği olarak görmesinden kaynaklanıyor bu, tabii ister istemez insanın aklına Kafka’yı getiriyor ve yeraltı imgesinin sürekli tekrarlanması da Dostoyevski’yi; ama yazarın bu iki kavrama farklı bir noktadan yaklaştığı da özellikle belirtilmeli.

Serdar Çekinmez

Hatice

Yitik Ülke Yayınları, 2010, 174 s.

Serdar Çekinmez’le ilgili olarak, “Balkan diyarlarını gezmek onun için baş döndürücü bir mutluluk kaynağı” bilgisini edinmemiz ve Hatice romanının Bulgaristan sınırında bir köyde geçiyor olması, ilk bakışta hikâyenin göç ekseninde ilerleyeceğini hissettirse de merkezde başka bir hikâye yer alıyor. Âşık olduğu kızlardan çok aşkın kendisi seven Kerem Bey, aslen göçebe bir Çingene aileye mensup olan ve köylülerin güç veren, şifa dağıtan bitkisel tedavilerinden istifade ettikleri “cadı” lakaplı Hatice, bir gün birden bire Hatice’nin karşısına çıkan ve köyün bütün delikanlılarının gönlünü çelen “Nevin”, köyün Kırkpınar’da başpehlivan adayı Ahmet vd karakterler etrafında şekillenen romanın çıkış noktasında ise erişte makarnaya ait; çünkü Geçenler Köyü sakinlerinin en önemli geçim kaynağı “erişte makarna”dır: “Köyün ‘ev yapımı erişte makarnaları’ –hazırlanışında kullanılan un ve yumurtanın kalitesinden olsa gerek– bölgede bir hayli tutuluyor, satışı da ahaliye ciddi bir ek gelir bırakıyordu. Sadece Edirne, Kırklareli, Babaeski, Vize gibi çevre vilayetlerden değil, Çorlu ve İstanbul’dan dahi gelen müşteriler ve bilhassa restoran sahipleri, düzenli alışverişleriyle köylüyü ihya ediyorlardı.” Ancak bu durum son bir sene öncesine kadar geçerlidir; Kırklareli’nde hizmete giren Istıranca Makarna Fabrikasının ürettiği ürünlerin ev yapımı kadar lezzetli ve lokomotif ürünlerinden birinin de bölgede çok sevilen erişte türü makarna oluşu, insanları bu lezzetli ve daha ucuz ürünlere yöneltmiş, böylelikle yerel üreticilerin ev yapımı ürünlerinin pabucu dama atılmış durumdadır. Tüm bu gelişmelerin ardından Geçenler Köyü sakinlerinin bir araya geldiği toplantıda çıkış yolu olarak “markalaşma” kararı alınır...   

Leylâ İpekçi

Maya

Timaş Yayınları, 2011, 144 s.

Maya, Leylâ İpekçi’nin ilk romanı; daha doğrusu, aslında çok sayıda kitaba imza atmış olan yazarın ilk romanının yeniden baskısı. Bilindiği gibi İpekçi’nin eserleri artık Timaş Yayınlarından çıkıyor, hatta yakın bir zaman önce yeni romanı Ateş ve Bahçe yayımlanmıştı; şimdi de ilk olarak on üç yıl önce çıkan Maya’nın yeni bir baskısı yapılmış oldu.

Belki de tek kelimeyle sert bir roman olarak nitelendirebiliriz Maya’yı. Kitabın ismine de yansıdığı gibi, Maya adlı bir çocuğun gözünden (ki yedi yaşındayken tanışıyoruz kendisiyle ama yirmili yaşlarına dek uzanıyoruz roman boyunca) sevgisiz ve oldukça şiddet barındıran yaşamını okuyoruz. Anne ve babasının hem birbirleriyle hem de Maya’yla olan ilişkilerinin çarpıklığı nedeniyle Maya’nın içine düştüğü durumlar karşısında kimi zaman farkında olmadan kimi zaman da bilerek ve isteyerek, ama yine de nedenini tam olarak anlamlandıramadığı tepkileri, gerçekten de insanın içini burkan nitelikte. Henüz gelişme, büyüme çağında olan birinin, fiziksel ve ruhsal olarak değişim geçiren birinin böylesi koşullarla karşı karşıya kalması ve el yordamıyla, kendi kendine direnerek ayakta kalma mücadelesi olarak tanımlanabilir Maya romanı.

Bu romanın yeniden yayımlanmasının şöyle bir etkisi var; eski okurlara bir hatırlatmanın ötesinde, Leylâ İpekçi’yi özellikle son dönemlerinde okumaya başlayanlara ilginç ipuçları sağlayacaktır. Nitekim yazar da yeni baskıya yazdığı önsözde söz konusu durumu şu cümlelerle dile getirmiş: “Maya’dan sonra, yazı yolculuğum, 2000’li yıllarda da devam etti. Kendimden ve edebiyattan beklediklerim değişti, dönüştü. Yayınladığım romanlardaki dil arayışım sürse de, kurgu anlayışım farklılaştı, temalarım çeşitlendi. Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu ilk romanımın, yazı serüvenimde eşsiz bir ipucu olduğunu görüyorum. Artık başka bir niyetle, başka ölçü birimleriyle yazıyor olmak, Maya’yı bugünkü halimle okuduğumda, bana yepyeni bakışlar verdi.”

A.S. Griboyedov

Akıldan Bela

çev. Cenk Gündoğdu, Engin Toprak

İkaros Yayınları, 2011, 205 s.

&

Cenk Gündoğdu

Radyonun İçindekiler

İkaros Yayınları, 2011, 128 s.

İkaros Yayınları tiyatro kitapları da yayımlamaya başladı. Yayınevinin tiyatro dizisinin ilk kitapları olarak da Griboyedov’un Akıldan Bela ile Cenk Gündoğdu’nun Radyonun İçindekiler isimli eserleri yayımlandı. Kitabın çevirmenlerinin giriş yazısından öğrendiğimize göre, Akıldan Bela’nın şöyle bir özelliği de var; bu eser, Rusçadan Türkçeye çevrilen ilk esermiş. Bu giriş yazısında elbette yazarın hayatına ve eserlerine dair bilgiler de yer alıyor, buradan yararlanarak söylersek; oyun, Aydınlanma düşüncesinin Rusya’ya ulaştığı dönemin bir eleştirisi. Daha genel bir çerçeve çizmek için de eski ile yeninin çatışmasının gözler önüne serilmesi olarak tanımlanabilir; yani temel meselesi eskiye bağlılık, yeniyi reddediş ve yozlaşan bir hayat... Kitabın ilk sayfalarına ayrıca, Gonçarov’un bu eserle ilgili eleştirel bir incelemesi de eklenmiş.

İkaros’un ikinci tiyatro kitabı da, yine ilkleri barındırıyor. Radyonun İçindekiler, öncelikle, Cenk Gündoğdu’nun kaleme aldığı ilk oyun. Zehra İpşiroğlu’nun kitapla ilgili yazdığı yazıdan öğrendiğimize göre de, sığınmacıları kaçıran ve sonunda da dalgaların içinde yitip giden bir gemide geçen Radyonun İçindekiler, mültecileri Türk tiyatrosuna getirmesi bakımından da ilk olma özelliğini taşıyor.

Üstün Dökmen

Otoyolda Piknik – Padişah-ı Hali Osman – Uluğ Bey

Remzi Kitabevi, 2011, 256 s.

Üstün Dökmen aslında daha çok psikoloji ve eğitim alanında yaptıkları ve yazdıklarıyla ön planda görünüyor, ama Küçük Şeyler isimli televizyon programlarını hatırlayanlar Dökmen’in o programlarda ele aldığı konuları skeçlerle pekiştirme yoluna gittiğini de hatırlayacaklardır. Çoğu zaman kendisinin de dahil olduğu bu kısa oyunlar, Dökmen’in tiyatroya olan yakınlığının da göstergesiydi; zaten oyunları Devlet Tiyatrosu'nca defalarca sergilenen bir isim. Remzi Kitabevinden çıkan son kitabında üç eseri bir araya getirilmiş. Otoyolda Piknik’te toplumsal korkularımızı ele alırken, Padişah-ı Hali Osman’da da bir padişahın kovuğu ile bir CEO’nun kravatından yola çıkarak geçmişle geleceği buluşturuyor Üstün Dökmen. Uluğ Bey librettosunda ise, tahmin edilebileceği gibi, Uluğ Bey’in hayatına bir bakış atıyor.

Anton Çehov

Entipüften Bir Adam:

Bütün Öyküleri – 2

çev. Mehmet Özgül

Everest Yayınları, 2011, 349 s.

Everest Yayınları, Anton Çehov’un bütün öykülerini yeniden yayımlamaya Entipüften Bir Adam kitabıyla devam ediyor. Çehov’un 1880-1884 yılları arasında yazdığı 62 öyküsünü içeren ilk cildin, Memurun Ölümü’nün, ardından şimdi de 1885-1886 yılları arasında yazılmış 58 öyküsü Entipüften Bir Adam adı altında yayımlandı. Çehov’un kronolojik olarak yayımlanmaya devam edilecek bütün öyküleri sekiz ciltte tamamlanacak.